23 Ağustos 2012 Perşembe

Şarkılara senaryo *



HASRET TÜRKÜSÜ    

Ablamın mektubu elime geçtiğinde her zaman ki gibi senin mektubunun da gizli saklı ona iliştirilmiş olduğunu düşündüm. Hemen açtım zarfı hırsla, ancak senin ilkokul çocuklarından hallice el yazını göremedim. Bir hata vardı ya, ya ablam senden mektubu almadan verdi kendininkini postaya ya da sen bitiremedin bana yazacağını… “Hani her hafta yazacaktın”? diye sitem ederken ablamın mektubunu iç cebime koydum. Nöbet yerine varınca açtım, okudum…
Şu tepemdeki sarp kayalardan bir büyükçe taş parçası kopsa düşse üzerime, vallahi canım acımaz. Daha ne kadar yanabilir ki canım.
 Ola ki vurulmuşum, haberim bile olmaz. Daha ne kadar dağlanabilir ki bedenim…
Belli ki vurulmuşum zaten; kaderimin ortasından, sevdamın kalbinden, canımın dibinden… Yoksa nasıl bu kadar acı çekebilirim ki, üzerime toprak atılmışçasına nefessiz kalırım böyle, gözümün pınarları sele özenir bu kadar şevkle…
Kurulmuşum dağ başına, nöbetteyim….
Seni evlendirmeye azletmişler. Benden haberi olmasa bu kadar aceleye getirir mi o gavur baban? Belli ki kulağına kar suyu kaçıranlar olmuş. Hemencecik sarıp sarmalayıp seni el adamının kollarına atacaklar besbelli. Baban seni çeyiz bohçasıyla karıştırmış sanırım…
Kuruyorum kafamda… Kurup kurup bozuyorum… Bir ihtimal daha var deyip umutlanıyor, sonra yeni bir hikâyeyle ölüme yanaşıyorum. Kalbimi durduruyor anılar, gözlerin nefesimi kesiyor yine her zamanki gibi. Seni düşünüyor, alışkanlıkla gülümsüyor ve “bekle beni yarim” diyorum. Daha sonra aptal kafama geliyor düşünceler. “Bekleyecek zaman yok” diyorum; “hiç zaman yok ki…”
Bana kastına baban, sana telli duvaklı, usturuplu bir düğünü bile zor yapacakmış neredeyse. Ablam bir gözünü de mor mu görmüş sanki. İçimde bir yer masum katli görmüş gibi acıdı. Sanki gözümün önünde bir bebenin şah damarını kestiler. Öyle yandı içim ve elim kolum bağlı…
Kurulmuşum dağ başına, nöbetteyim…
Uzun bu yollar. Gelemem ki gözümü karartıp. Bir vesait olsa, bir taş atımı mesafede olsan, bir ip sallasam da çekebilsem seni kementle… Vallahi durmam, yaparım. Şimdi ne yapayım peki? Sığamıyorum dağlara, taşlara. Ben, ben  değilim de sanki bir kafese konmuş kuş gibiyim. Tutsak edilmişim de, ellerimde prangalar, sürgündeyim…. Senden beterim, yalnız… Sevdalı…
İnsanlar “panik atak” diyor çevremde. Duyuyorum seslerini ama bastırıp sana odaklanıyorum. Çocuk tının geliyor sıcacık, koynuma çörekleniyor. Görüyorum bir sürü adamın yüzünü, bir göz kırpışıyla siliyorum nicesini. Gülüyorsun gizli kapaklı. Gamzen olmuş derya, boğuluyorum sevinçle. Kaşındaki ben, yıldırım misali, çakıyor üstüme üstüme. Gözlerin alev alev; ısıt beni esmer yarim… Dolanmışım yar beline, saçlarında gezinmişim, ağlamaklı bakmışım suratına korkarak…
Kurulmuşum dağ başına…
Bir başkasına gönüllü varsan, beni unutmuş olsan, başkasının seni daha mutlu edeceğine inansan canı gönülden… Düğününde gelir göbek atarım. Hem ağlarım hem gönderirim seni sevdiğinin kollarına. Ancak sen şimdi kalbine koymadığın, yüreğinde büyütmediğin, adını içine fısıldamadığın birinin kollarına itiliyorsun. Her şeyden geçerim de bu zulme dayanamam ceylan gözlü. Ben mühim miyim sanıyorsun gözümde? Yok vallahi, billahi yok… Endişem sensin, korkum sen… Üzüntüm sensin, ağladığım sen… Çıldırışım sana, öfkem senin için… Ben mühim değilim ki…. Sen ne olacaksın, derdim bu…
Dağ başında…
Sana üzülür, sana erir, sana karalar bağlayıp; kendimi asar,keserim. Seni nasıl unutsun can-ı yüreğim? Hasretinle erir giderim. Mutlu olduğum görülürse bir gün, zindan zindan gezerim.
 Sonrasını düşünmüyor, düşünemiyorum… İhtimalleri siliyor, inkar ediyor, beni beklemeni istiyorum. Adamlar etrafımı sarmış, üstüme çullanıyor. Tutuyorlar ellerimi, kollarımı. Nefes almamı söylüyorlar.
Sanma ki dönmem sana. Beni (keşke) bekle(yebilsen)… Seni ben alam…
Kurulmuşum dağ başına, sevdaya nöbetçi olurum bundan gayrı…


12 Ağustos 2012 Pazar

GELİN - KAYNANA


Düşünün ki;
Zamanı geçmiş, engellenmiş, yarım kalmış bir aşkınız var. Sevdiğiniz kızı başkasına vermişler, yahut kız size hiç yüz vermemiş. Belki de zengin bir adamı tercih etmiş. Yahut aileler anlaşamamış ve ayırmışlar sizi gaddarca.
Düşünün ki;
Müthiş bir sadakatle her gün öğlen saatleri kapınıza gelip adınızı defalarca.. defalarca sesleniyor. Siz şöyle bir görünüp efendim diyene kadar susmuyor ve bekliyor.
Düşünün ki;
Herkes size “deli” diyor aldırmıyorsunuz. Belki gerçekten kafayı yediniz aç karnına, ne fark eder?  Hayatta tek arzu ve umudunuz O’nu görebilmek.
Düşünün ki;
Adını her gün seslendiğiniz o sevdalınız size acıyıp da bir iyi söz söylemiyor, bir güler yüz göstermiyor.. “İşim var be!” ya da “patladın mı be, ne var?” modunda yaklaşıyor size yalnızca.
Ve siz vazgeçmiyorsunuz… Vazgeçemiyorsunuz. Her şeye rağmen, her şeye meydan okuyarak aşkınızdan ve sadakatinizden geçemiyorsunuz.

***
Biz her gün öğlen saatlerinde “Hayriye! Hayriye!” diye seslenen birini duyuyorduk. Kardeşim saf dedi ki “abla bu bir adam yaaa. Geçen gün gördüm, belli ki engelli biraz.” Ben de oturdum böyle hülyalara daldım, aşk ve sadakat üzerine düşündüm falan.
Sonradan öğrendik ki; meğer bağıran çok yaşlı bir kadınmış. Gelinine bağırıyor. İşini yaptırmaya veya bir şey sormaya. Yazık çok yaşlı ve aklı biraz gelip- gidiyormuş. Biraz çocuk gibi. Tek başına bir iş tutamıyor. Bir de öyle meraklı ki sormayın. Yoldan geçen biri oldu mu, gelini Hayriye’ye seslenip nereye gittiğini, onun kim olduğunu vs soruyor.
Gelin Hayriye de genç değil haaa. Kadın gelmiş 50sine falan. O da yorulmuş artık ve haliyle misal halı çırparken seslenilince koşuyor geliyor, “yoldan geçen filanca nereye gidiyor, şu aşağıdakiler ne konuşuyor?” deyince o da kızıyor. İkisinin işi de zor. Allah ikisine de sabrını versin….

En iyi gelin kaynana bile bir şekilde kırılır, darılır, küser, kızarmış. En ufak bir şeyi unutmaz, yıllar sonra bile taa kaç yıl önce kaynanam bana bunu dedi denirmiş. En iyi kaynana bile “gelinim bana bunu yaptı yada yapmadı “diye içinden geçirirmiş. Ben hep “niye ki yaaa!” falan derdim.  Meğerse bu bir peygamber lanetiymiş. Ve bilmem bilir misiniz ama peygamberlerin duaları ve haliyle bedduaları tutar.
Hz. Nuh’un kavmine lanet geleceğinde, Allah önceden haber veriyor Nuh’a. “Bir gemi yap. Falanca zamana da insanları içine yerleştir yoksa sizde sele kapılır, yok olursunuz” diye.
 Nuh peygamber  de gemiyi yapmış. Haber verilmiş ona; “Bir ateş yak. O ateş kor olunca insanları gemiye almaya başla.”(İnsanları son anda alacak ki gemiye, kafirler olayı çakmasın. Arbede yaşanmasın.) Nuh, sahile yakın bir arkadaşının evine gelmiş, gemiye gitmek yakın olsun diye. Demiş ki ev halkına; “ben dün çok yoruldum, hazırlıkla geçti zamanım. Şimdi biraz yatayım ki dinleneyim. Ancak ateş kor olunca bana haber verin, uyandırın. Geç kalmayın sakın haaa! Yoksa bizde sele kapılır, helak oluruz”. “Tamam”, diyorlar. “Sen yat, biz seni uyandıralım.” Ateş kor olunca evin gelini annesine gidiyor.
-Anne, vakit geldi. Hadi Nuh’u uyandır.
-Niye ben uyandırıyorum? Git sen uyandır!
Nuh peygamber  çok asabi, çabuk sinirlenen fevri bir adammış. Uyanır da, uyku sersemliğiyle kızar, bağırırsa diye korkmuş kadınlar.
Sen uyandır, ben uyandırmam, sen git, ben neden gideyim diye bir kavgaya tutuşmuş ki bu iki kadın. Bağrışmaya uyanan Nuh çok kızar. “İnsan böyle mi uyandırılır?” diye… Sonra bir de bakar ki ateş kor olmuş, geçmiş. Neredeyse köz oluyor. Daha da çok kızmış, öyle sinirlenmiş ki;
“SİZ CEHENNEME KADAR BÖYLE ÇEKİŞİN EMİ !!!” demiş.
Bir peygamber bedduası olduğu için Allah bunu kabul etmiş. Ve o zamandan itibaren her gelen gelin- kaynana bir şekilde anlaşamaz….
Çaydanlığı da gelin- kaynanaya benzetmesi yapılır, duydunuz mu hiç? Alttaki kısım kaynanadır. Kaynar durur. Demlik ise gelindir. O kaynayan suyun üzerinde dura dura zamanla demlenir, olgunlaşır.
Devamı da var; çay bardağı ise damat gibidir. Birazı anneden gelir, birazı gelinden. Çay kaşığı görümce gibidir. Gelir arayı karıştırır karıştırır gider. Şeker ise torunlar gibidir. Evin en tatlıları onlardır.

Öyle işte…
  Tüm aile bireyleri iyi geçinmeniz dileğiyle.
 Formülü kolay; Büyüğe saygı, küçüğe sevgi ve bolca SABIR….


KOD ADI; RÜZGAR GİBİ GEÇTİ = YAZ



       Uyku düzeni malum olunacağı üzre sıfır… Benim normal halim, kimse şaşırmadı tabi ki J Ama bu sefer mantıklı bir bahanem var… Oruç, sahur falan... Gece daha doğrusu sabah, 5’te yatıyorum. Öğlen 11 buçuk gibi uyanıyorum. İkindi 5 ile 7 arası uyuyorum bir de. Ve sürekli uykusuzum. Uykumu rahat alamıyorum. Anneciğim yazık benim için döşeği yeniledi. Gıcır yani, sıfır ve pofuduk. Ancak gel de bunu belime anlat. Yine annemin verdiği canım yastık resmen boynuma düşman… Malum fıtık falan feşmekan.

Neyse tatil bitti bitiyor bile. Ankara’ya gidişim eylül 10’dan sonrası diye kararlaştırmıştım. Ancak okuldan arkadaşlarla konuştum da, dershanelere etüt hocaları ağustosta alınır geç bile kaldın dediler. Son sınıf olarak bir dershanede en azından hafta sonu etüt hocalığı yapmak istiyorum, tecrübe olsun. Ağustos da gitmem tabii de Eylül başına çekildi iyice gitmem. Yolcudur Abbas, bağlasan durmaz hacı !

Ahh ahh, bu yazıyı okuyan ablam napıyordur şimdi acep? Nadia kesin kızıyordur şimdi tatil erken bitiyor edebiyatımı. Çünkü kendisi bu yaz hiç gelemedi yanımıza, çalışıyor. Ve hatta şubat tatilinde de gelmemişti. Özledik kızzz seni… Babam dün dedi ki efkârlı efkarlı , “koca sene Nadia’sız geçti beee…” Elif teyzesini tanımıyor hiç. Şimdiden Bebü bile diyor da seni göremiyor. Kurbana inşallah diyelim mi?

Bir arkadaşı evlendirdik bu yaz -gidemesem de- şimdi de bir kuzen evlenecekmiş. Valla kıskanmaya başlıyorum haaa! Milletin okul bitmiş (! ) hayırlısıyla. Bir yıl kendilerine çalışma, iş bulma, tayin bekleme vs zamanı ayırmışlar. Şimdi de evleniyorlar. Darısı başımıza, bakalım..

İnanır mısınız bilmem ama bir Antalyalı olarak bu yaz sadece 3 defa denize gitmeyi kendime bir utanç nişanesi olarak görüyorum. Artık ramazan ve bayram sonrası inşallah.

Öyylllee işte… Bir tatil daha geçti gitti. Gelirken görür gibi olduk bir, bir de gidişinin tozunu  yuttuk, oldu-bitti…

İyi tatiller… Tabi tatil yapabilenlere. Başta Nadia’ya ve Şırnak’ta olan Hüshüs olmak üzere çalışanlara  Allah kolaylık versin…